25 Ekim 2013 Cuma

29 Ekim Cumhuriyet Bayramı Kutlu Olsun




CUMHURİYET NASIL İLAN EDİLDİ
Lozan'ın kabulü ve barışın sağlanması ile geride Türk Devleti'nin siyasal yapısını belirleyecek devlet şeklinin ve adının ne olacağı sorunu kaldı. T.B.M.M.'nin varlığı ile egemenliğin kayıtsız - şartsız ulusa ait olan, insan haklarına dayanan bir devlet sistemi kurulmuştu. Fakat gerek halkın, gerekse Meclis içinde bulunanların büyük kısmı Padişah'a dinsel ve geleneksel bağlarla bağlıydılar. Padişah'ın işgal ettiği Saltanat - Hilafet makamı yüzyıllardır kökleşmiş bir teokratik sistemdi. 1300 yılından beri de Osmanoğullarından başka hiçbir aile iktidar olmamıştı. Egemenlik biri dinden, diğeri gelenekten gelen iki kaynaktan çıkıyor ve Padişah'ta toplanıyordu. Gerçi İttihat Terakki bu gücü kırmıştı, fakat sistemin özünü, yani egemenliğin kaynağını ve kullanılış biçimini değiştirememişti. Egemenliğin, tanrı hakları sisteminden, insan hakları sistemine geçişin bir sonucu olarak Padişah'tan ulusa geçişi, bir ilke ve ülkü olarak Amasya Genelgesi'nde ortaya konmuş ve 23 Nisan 1920'de B.M.M.'nde somutlaşmıştı. Teşkilat-ı Esasiye Kanunu da bu temel üzerine oturmuştu. 

    Kurtuluş Savaşı ulusal bağımsızlık yanında ulus egemenliğini de açık bir biçimde ortaya koyduğu için Padişah daha başından beri milliyetçilerin amansız düşmanı kesilmişti. M. Kemal Paşa Padişah'ın ihanetini bildiği halde, henüz zamanı olmadığı için Padişah'ı hedef almadı. Genç subaylık yıllarından beri inandığı ve Erzurum'da Mazhar Müfit'e not ettirdiği "Cumhuriyet" inancını "Ulusal bir sır" olarak sakladı. Kurtuluş Savaşı içinde "Cumhuriyetçi" bir düşünceyi ortaya atmak, iç parçalanmaya yol açacağı için bu yola gitmedi. Hatta Sivas Kongresi sırasında "Cumhuriyet" ilan edelim önerilerini red etmişti. Fakat Kurtuluş Savaşı'nın Başkomutanı, Türk Ulusu'nun kurtarıcısı M. Kemal, Türkiye'nin siyasal yapısını değiştirmenin ilk adımını Saltanat'ın kaldırılmasını sağlamakla attı. Saltanat'ın kaldırılışına en yakın arkadaşları bile karşı çıkmışlardı. Meclis'te tutucu kanat direndiyse de, M. Kemal Paşa'nın kararlı ve sert tutumu sonucu Saltanat'ın kaldırılışı sağlandı. Fakat onun bu sert tutumu endişe doğurdu. Bunun bir başlangıç olduğunu görenler çeşitli yöntemlerle M. Kemal Paşa'yı engellemeye çalıştılar
2 Aralık 1922'de Meclis'e muhalif grup tarafından bir öneri verildi. "İntihab-ı Mebusan Kanunu"nda değişiklik yapılmasını isteyen önergede "Büyük Millet Meclisi'ne üye seçilmek için Türkiye'nin bugünkü sınırları içindeki yerler halkından olmak ve seçim çevresine yeni gelenlerin ise en az beş yıl oturmuş olmaları" gerektiği kanun hükmü haline getirilmek isteniyordu. M. Kemal Paşa'yı milletvekili seçilmekten yoksun bırakmak isteyen bu önerge üzerine söz alan M. Kemal Paşa, doğum yerinin Türkiye'nin sınırları dışında kaldığını ve bir yerde beş yıl oturmadığını belirttikten sonra, düşmanlara karşı savaştığını, vatanı kurtarmak için hiç bir yerde beş yıl oturamadığını hatırlatıp, ulusun sevgisisi kazanmış bir insan olmasına rağmen kendisini yurttaşlık haklarından yoksun bırakmak isteyen bu kimselerin bu yetkiyi kimden aldıklarını sordu. Önerge red edildi.

   Mustafa Kemal'in kamuoyu yoklaması yapmak üzere 14 Ocak 1923'de Batı Anadolu'da bir geziye çıkmasını fırsat bilen muhalif grup, O'nun Ankara'dan ayrıldığının ertesi günü "Hilafet-i İslamiye ve Büyük Millet Meclisi" başlıklı bir broşür yayınladılar. Broşürün önceden hazırlanmış olduğu ve M. Kemal'in Ankara'dan ayrılmasını fırsat bilerek dağıtıldığı anlaşılıyordu. Broşürün ana fikri, islam kamuoyunun son gelişmelerden (Saltanatın Kaldırılışı) büyük ızdırap içinde bulunduğu, Hilafet'in hükümet demek olduğu ve Hilafet'in hukuk ve görevlerini yok etmenin hiç kimsenin, hiç bir meclisin elinde olmadığı esaslarına dayanıyor, "Halife Meclisin, Meclis Halife'nindir." sözleriyle bitiriyordu. Yürütme yetkisinin Halife'ye verilmesini ve Meclis'in aldığı kararların ve kanunların Halife'yi bağlamayacağı, dolayısıyla Meclis'in çıkardığı Saltanat ve Hilafet ile ilgili yasaların meşru olmadığı görüşü savunuluyordu. Bu bildiri, M. Kemal'e ve O'nun gerçekleştirmek istediği devrime bir tepki idi.

İzmit'e gelen M. Kemal, din ve hilafet konusunda yaptığı açıklamada "Türkiye Büyük Millet Meclisi Halife'nin değildir ve olamaz, Türkiye Büyük Millet Meclisi yalnız ve yalnız Ulusundur." dedi.

T.B.M.M.nin büyük programının tam bağımsızlık, kayıtsız şartsız ulusal egemenlik esaslarına dayandığını, teokratik devlet biçiminin ve buna bağlı bütün toplumsal düzenin ve çıkarların yıkılacağını belirtti. 16 Ocak'ta yaptığı toplantıda, Hilafet'in dinle ilgisi olmadığını, siyasi bir mevki olduğunu, idare-i maslahatçılıkla devrim yapılamayacağını belirttikten sonra "Devrimin kanunu mevcut kanunların üstündedir. Bizi öldürmedikçe, bizim kafamızdaki cereyanı boğmadıkça başladığımız devrim ve ilerleme bir an bile durmayacaktır" diyerek gericilere gerekli yanıtı verdi. Basınla iyi ilişki kurmak istediği için İzmit'te yaptığı basın toplantısında, "Devrim" yapılacağını açıklarken, Meclis'te birliğin sağlanması için "Müdafaa-ı Hukuk Gurubu"nun gerekli olduğunu bunun dışındaki grupların yararlı olmadığını belirtti ve İttihatçılardan ülke yararı için politikaya karışmamalarını istedi. Bu sırada Annesi Zübeyde Hanım'ın ölüm haberi geldi. İzmir'de annesinin mezarı başında devrimci inancını "Ulusal hakimiyet uğrunda canımı vermek benim için bir vicdan ve namus borcu olsun" sözleriyle bir kez daha yineledi. Bu sırada Lozan'ın ilk görüşmeleri kesildiği için İsmet Paşa ile Ankara'ya döndü. Meclis'te gizli oturumlar çok sert geçti. Trabzon mebusu Şükrü Bey'in Topal Osman tarafından öldürülüşü, M. Kemal'e saldırılara yol açtı. M. Kemal'i kendilerine buyük engel gören, tutucu, gerici, ittihatçılar, çıkarcı gruplar, O'na karşı muhalefette birleşiyorlardı. Yakın arkadaşlarından Rauf Bey, Kazım Karabekir, Refet Bele, Ali Fuat Paşa'lar da yavaş, yavaş yanından ayrılıp, Hilâfetçilere kuvvet veriyorlardı. Saltanatı geri getirmek isteyen gericilerin çalışmaları karşısında arkadaşlarının kendisini yalnız bıraktığını gören M. Kemal, 20 Mart 1923'te Konya'da yaptığı bir konuşmada Türkiye'yi Ortaçağ karanlığına çekmek isteyen gericilere karşı tutumunu açıkça şu sözleriyle belirtti: "Eğer onlara karşı benim şahsımda bir şey anlamak isterseniz, derim ki, ben şahsen onların düşmanıyım. Onların olumsuz yönde atacakları bir adım, yalnız benim şahsi imanıma değil, yalnız benim amacıma değil, o adım benim ulusumun hayatıyla ilgili, o adım benim ulusumun hayatına karşı bir kasıt, o adım ulusumun kalbine yöneltilmiş zehirli bir hançerdir. Benim ve benimle aynı fikirde olan arkadaşlarımın yapacağı şey mutlaka o adımları atanları tepelemektir... Sizlere bunun da üstünde bir söz söyleyeyim. Örneğin eğer bunu sağlıyacak kanunlar olmasa, bunu sağlayacak meclis olmasa, öyle olumsuz adım atanlar karşısında herkes çekilse ve ben kendi başıma yalnız kalsam; yine tepeler ve yine öldürürüm." 

    Cumhuriyet'e doğru gidiş bu kararlı sözlerle açıkça görülüyordu. M. Kemal Paşa, 8 Nisan 1923'de dokuz ilkede görüşlerini toplatarak, programını belirlerken, siyasi biçimlenmeyi de hazırladı.

Savaş zamanının T.B.M.M.'nin görevi son bulmuştu. Bu sebeple Meclis kendini dağıtıp, seçime gitme kararı aldı. M. Kemal, dağılmadan önce Meclisten 15 Nisan'da, Saltanatı geri getirmeye çalışanları vatan haini kabul eden bir kanun değişikliği ile "Hıyanet-i Vataniye Kanunu"na, ileride gerekirse yine İstiklal Mahkemeleri kurma fırsatını veren bir ek getirdi.

 Yeni kurulacak Meclis'te kuvvetli bir kadro oluşturmayı ve böylece Cumhuriyet'i ilan etmeyi düşünen M. Kemal'in bu çalışmaları yakın arkadaşlarının kendisinden uzaklaşmasını hızlandırdı. Rauf Bey ve arkadaşları, M. Kemal'in partiler üstü kalmasını, politikaya karışmamasını, önererek, O'nu pasif duruma getirmek istiyorlardı. Rauf Bey'in İsmet Paşa ile aralarının açılması da bu ayrılığın başka bir yönü idi. Lozan'dan dönen İsmet Paşa'yı karşılamak istemeyen Rauf Bey Başbakanlık'tan bile istifa etti.
İkinci Meclis, toplandıktan sonra Lozan'ı onayladı. Artık sorun Türkiye'nin rejiminin belirlenmesiydi. M. Kemal 22 Eylül 1923'de "Neue Treie Presse" adlı bir Viyana gazetesi muhabiriyle yaptığı görüşmede, 23 Nisan 1920'de kurulan sistemin Cumhuriyet olduğunu fakat adının açıklanamadığını belirtip, yapılacak işin yalnızca isim koymak olduğunu söyledi.

   Yeni devletin başkentinin neresi olacağı da bir sorundu. Ankara 1920'den beri bu işi yapıyordu. Merkezi ve güvenli durumu ortada idi. Meclis'te uzun tartışmalardan sonra 13 Ekim'de Ankara başkent olarak oy çokluğu ile kabul edildi. Cumhuriyet'in ilanına bir adım daha yaklaşılmıştı.
M. Kemal'e Cumhuriyet'in ilanına fırsat veren bir hükümet buhranı oldu. Başbakan Fethi Okyar Bey'e karşı Meclis'te muhalefet oluşması üzerine M. Kemal, "Erkan-ı Harbiye Umumiye Riyaseti Vekili Fevzi Paşa"nın dışında kabinenin istifasına karar verdi ve 27 Ekim'de uygulandı. Mevcut sisteme göre her bakan Meclis tarafından tek tek seçiliyordu. İstifa eden bakanlar yeniden seçilirlerse, görev kabul etmeyeceklerdi. Bu sırada Rauf Bey, Kazım Karabekir, Ali Fuat, Refet Paşalar İstanbul'da bulunuyorlar ve temasları, Halife'ye yakınlık gösterileri oluyordu. Ankara'da' ise kabine kurulamıyordu. Bu gelişmeler üzerine "Cumhuriyet İlanı" ile işi kökünden çözmeye karar veren M. Kemal 28 Ekim gecesi Çankaya'da İsmet Paşa ve bazı kimseleri toplantıya çağırdı ve "Yarın Cumhuriyeti ilan edeceğiz." diyerek kararını açıkladı. Misafirlerin ayrılmasından sonra İsmet Paşa'yı alıkoydu ve birlikte, Teşkilat-ı Esasiye Kanunu'nda gerekli değişikliği sağlayacak önergeyi hazırladılar. Ertesi gün saat 10'da Parti grubunda yapılan toplantıda, M. Kemal Paşa Genel Başkan olarak Hükümet buhranının mevcut sistemden kaynaklandığını, bunun çözumünün istikrarlı bir sistemde olduğunu belirtttkten sonra değişiklik önergesini okuttu:
* Türkiye Devleti'nin Hukümet şekli Cumhuriyettir
* Türkiye Devleti, Büyük Millet Meclisi tarafından idare olunur
* Türkiye Devleti, Hükümetin inkisam ettiği idare şubelerini İcra Vekilleri (Bakanlar Kurulu) 
vasıtasıyla idare eder.

    Bu önerge Parti toplantısında tartışıldı Büyük Millet Meclisi'nin aynı akşam (29 Ekim 1923) saat 18:45'de yaptığı toplantıdan sonra 20.30'da "YAŞASIN CUMHURİYET" sesleri arasında Cumhuriyet ilan olundu ve yeni Türk Devleti'nin adı kondu. "TÜRKİYE CUMHURİYETİ". Hemen arkasından da Türk Ulusu'nun kurtarıcısı Gazi M.Kemal oy birliği ile Cumhurbaşkanı seçildi. Kürsüye gelen Cumhurbaşkanı M. Kemal, kendisini Cumhurbaşkanı seçen Meclis'e teşekkür ettikten sonra "Son yıllarda Ulusumuzun fiili olarak gösterdiği kabiliyet ve istidat, kendi hakkında kötü düşüncede bulunanlarınn ne kadar tedkikten uzak görünüşe önem veren insanlar olduğunu pek güzel ispat etti. Ulusumuz kendisinde bulunan nitelikleri ve değeri, hükümetin yeni adıyla uygarlık dünyasına çok daha kolay gösterebilecektir. Türkiye Cumhuriyeti, dünyada işgal ettiği yere layık olduğunu eserleriyle ispat edecektir... Türkiye Cumhuriyeti mutlu, başarılı ve muzaffer olacaktır." sözleriyle konuşmasını tamamladı. M. Kemal Cumhurbaşkanı seçildiğinde henüz 42 yaşındaydı. Cumhuriyetin ilk Başbakanı İsmet Paşa oldu.

    19 Mayıs 1919'da Samsun'da başlayan yeni ve bağımsız, bir Türk Devleti kurmak savaşı dış ve iç düşmanlara karşı başarıyla sonuçlanarak Türkiye Cumhuriyeti kuruldu. Kurtuluş Savaşı'nın inanç ve başarısı nasıl Atatürk'ün eseri idiyse, Cumhuriyet de yine O'nun eseri idi. İleriki yıllarda bunu şu sözleriyle belirtti. "Benim en büyük eserim Türkiye Cumhuriyeti'dir."



SONUÇ
 
... 
Savaş içinde gizli anlaşmalarla, İngiltere, Fransa, Rusya ve İtalya Osmanlı İmparatorluğu'nun paylaşılmasını kararlaştırmışlardı. Fakat Rusya'da devrim çıkınca anlaşmalar önemini yitirdi. Türk Ulusu'nun hakkında karar verecek en büyük kuvvet İngiltere idi. İngiltere Batı Anadolu'yu Yunanistan'a veriyor, Doğuda bir Ermenistan ve Kürdistan kurmak istiyor, Türk yurdunun geri kalan yerlerini de Fransa ve İtalya ile paylaşıyordu. Ülkenin yağmalanmasına boyun eğen Padişah ve Hükümet, kurtuluşu İngiliz himayesinde görüyorlardı. Halk ve aydınlar çaresizlik içinde, çoğunluk kadere boyun eğmiş görünüyordu. Kurtuluş çareleri arayanlar Padişah - Halifesiz bir çare düşünemiyordu. Kurtuluşu Amerikan mandasında görenler veya yörelerinin kurtuluşunu sağlamak için çalışanlar vardı. 

    Birinci Dünya Savaşı'nın sonundaki perişan ve çaresiz durumda, bir tek insan, M. Kemal topyekün kurtuluş ve tam bağımsız yeni bir Türk Devleti kurmak düşüncesiyle Samsun'a geldi. O'nun yola çıktığı sırada ise Yunanlılar İzmir'i işgal ediyorlardı. Padişah ve Hukümet ise İzmir'i Yunanlılara veren İngilizlerin hala körü körüne her isteğine boyun eğiyorlardı. Düşmanla işbirliği yapan Padişah ve İstanbul Hükümeti'nin bu tutumları karşısında M. Kemal, ulusal bağımsızlık ve ulusal egemenlik savaşının esaslarını Amasya'da ulusu ve orduyu Padişah - Halifeye karşı ayaklandırmak şeklinde belirledi. Erzurum ve Sivas Kongreleri'nde de bu esaslar içinde yeni bir Türk Devleti'nin kuruluşunun ulusal bilinçlenme, idari, siyasi örgütlenmesini de gerçekleştirdi. Misak-ı Milli ile bu esaslar İstanbul'da bir kez daha ortaya konunca İngilizler, İstanbul'u işgal ettiler. Bundan yılmayan M. Kemal, Ankara'da ulusun meşru iradesinin eseri olan ulusal egemenlik prensibini B.M.M. ile ortaya koydu. Fakat bütün bunların gerçekleşmesi çok büyük güçlükler ve olanaksızlıklar içinde yapılıyordı. Bir yandan İtilaf Devletleri ve Yunan saldırısı ve baskıları bir yandan Padişah ve İstanbul Hükümeti'nin M. Kemal ve B.M.M.'ni gayri meşru ilan etmesi, Türk Ulusu'nu olumsuz yönde etkiledi. Türk Ulusu, yüzlerce yıldan beri dini ve geleneksel iktidar kabul edilen Padişah - Halife ile bu değerleri yıkan ve yerine ulusal, egemenlik değerleriyle ulusu bir araya toplamak isteyen M. Kemal hareketi arasında bir süre bocaladı. Yer yer B.M.M.'nin otoritesine karşı ayaklanmalar çıktı.

Doğu Anadolu'da Ermenilere, Güneyde Fransızlara karşı savaşıldı. Batıda Yunan Taarruzu ve iç ayaklanmalara karşı Kuva-yı Milliye ile çözüm bulan B.M.M. daha sonra düzenli ordu kurar. I. ve II. İnönü Savaşları ile ilk askeri başarılarını sağladı. Diğer yandan dış ilişkilerde Sovyetler Birliği ile Moskova Antlaşması'nı imzaladı. Sakarya Meydan Savaşı'nda Yunan Ordusu'nu yendi. Fransa ile de anlaşan Türkiye İtilaf blokunu da parçaladı. 26 Ağustos 1922'de başlayan ve 9 Eylül'de İzmir'de Yunan Ordusu'nun denize dökülmesi ile son bulan Büyük Taarruz, Türkiye gerçeğini ve Türk Ulusu'nun yenilmez azmini bütün dünyaya kanıtladı. Askeri başarısını Mudanya Ateşkesi ve Lozan Antlaşması ile de onaylattı. Emperyalizme karşı yapılan bağımsızlık savaşını kazanan, "Türk Mucizesi"ni yaratan Türkiye'nin bu başarısı bütün Mazlum Uluslara örnek oldu.

    M. Kemal Kurtuluş Savaşı'nın bittiği yerde; Türkiye'nin çağdaşlaşma savaşını başlattı. 1 Kasım 1922'de Saltanat'ın kaldırılışı ve 29 Ekim 1923'de Cumhuriyet'in İlanı ile Türkiye yeni devlet sistemini Fransız Devrimi ile ortaya konan insan haklarına dayanan "Ulusal ve Laik Devlet"i gerçekleştirmiş oldu. Ancak, çağdaş devlet ve ülke olma mücadelesi için Türk Devrimi'nin başarılması için Cumhuriyet döneminde Atatürk 'ün yeni mücadele vermesi gerekiyordu.
Ergün AYBARS, Türkiye Cumhuriyeti Tarihi 1, Ege Ün. Basımevi, 1986, ss. 359-366





Cumhuriyetin İlanı (İkinci kaynak)

Mustafa Kemal Paşa, daha Erzurum Kongresi sırasında, zaferden sonra hükümet şeklinin cumhuriyet olacağını söylemişti. 23 Nisan 1920'den beri Türkiye'yi idare eden Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti, millî egemenlik esasına dayanıyordu. Bu, adı konulmamış bir cumhuriyet yönetimiydi. 20 Ocak 1921 tarihli anayasada "Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir." deniliyordu. Bu, yeni rejimin ilân edilmemiş bir cumhuriyet olduğunu gösteriyordu. 

   Cumhuriyetin ilânının önündeki en büyük engel saltanattı. 1 Kasım 1922'de saltanatın kaldırılmasıyla bu engel aşıldı.
Millî Mücadele'nin zaferle sonuçlanmasında tarihî bir görev yapan birinci dönem TBMM üyeleri, yeni seçim kararı alarak dağıldı (l Nisan 1923). Yeni seçimlerin yapılmasından sonra TBMM ikinci dönem çalışmalarına başladı. Yeni kurulan meclis, Lozan Barış Antlaşması'nı onayladı. Böylece millî bağımsızlık tam olarak gerçekleşmiş oldu.

   23 Nisan 1920'de Türkiye Büyük Millet Meclisi açıldığı sırada yeni Türk devletinin adı henüz konulmamıştı. Hükümet, Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti adını taşıyor, meclis başkanı hükümet başkanlığı da yapıyordu. Bu sistem içinde devlet başkanlığı boş görünüyordu. Şimdi, yürürlükte olan siyasî rejime uygun devlet şeklini bulmak zorunlu hâle gelmişti. Millî Mücadele Dönemi'ndeki, olağanüstü şartların bir ürünü olan meclis hükümeti sistemi de artık işlemez olmuştu. Bu sistemde, Bakanlar Kurulunun her üyesi için ayrı ayrı oylama yapılırdı. Bu durum ise hükümet kurulmasını zorlaştırıyordu.

   25 Ekim 1923'te hükümetin istifasıyla bir bunalım ortaya çıktı. Bu olay Mustafa Kemal Paşaya, cumhuriyeti ilân etmek için beklediği fırsatı verdi. 28 Ekim 1923 akşamına kadar hükümetin kurulamaması üzerine, Mustafa Kemal Paşa, Çankaya Köşkü'nde arkadaşlarına "Yarın cumhuriyeti ilân edeceğiz." diyerek fikrini açıkladı. O gece İsmet Paşa ile birlikte 1921 Anayasası'nın bazı maddelerini değiştiren kanun tasarısını hazırladı. "Türkiye Devleti'nin hükümet şekli cumhuriyettir." hükmünün yer aldığı tasarı üzerinde TBMM'de yapılan konuşmalardan sonra cumhuriyetin ilânı kabul edildi. "Yaşasın cumhuriyet!" sesleri arasında alkışlarla cumhuriyet ilân edildi (29 Ekim 1923).

Bundan sonra cumhurbaşkanlığı seçimine geçildi. Yapılan gizli oylamada 158 milletvekilinin tamamının oyunu alan Gazi Mustafa Kemal Paşa, TBMM tarafından yeni Türk devletinin ilk cumhurbaşkanı seçildi. Bunun üzerine kürsüye gelen Mustafa Kemal, yaptığı konuşmasını "Türkiye Cumhuriyeti mesut, başarılı ve muzaffer olacaktır." sözü ile bitirdi. Böylece devletin adı ve rejimiyle ilgili tartışmalara son verildi. Devlet başkanlığı konusu çözüme kavuştu. Hükümetin kurulma şekli yeniden düzenlendi. Buna göre; cumhurbaşkanı başbakanı atayacak, başbakan da bakanlarını seçip cumhurbaşkanının onayına sunacaktı. Bu uygulamayla, meclis hükümeti sistemi yerine parlamenter rejime geçilmiş oldu. İlk hükümeti kurmakla İsmet Paşa görevlendirilmişti. Böylece Türk Milleti'nin tarihinde yeni bir devir açılıyordu.

   Türk milletinin yapısına en uygun idare şekli olan cumhuriyet rejimine sahip çıkmak ve onu yaşatmak, hepimizin başlıca vatandaşlık görevidir.



Not:Yazı içeriği bu iki siteden aynen alınmıştır.


Tarihimizi bilmezsek geleceğimize sahip çıkamayız.Mine Özol Levent



19 Mayıs 2013 Pazar

19 Mayıs Atatürk'ü Anma ve Gençlik ve Spor Bayramı Kutlu Olsun



1914 yılında başlayan Birinci Dünya Savaşı, 30 Ekim 1918’de Osmanlı Devleti’nin, Mondros Ateşkes Anlaşmasını imzalamasıyla sona erdi. Bu savaşta yenilen taraf olduğumuz için, Mondros Ateşkes Antlaşması gereğince düşman devletler, başta İngilizler olmak üzere yurdumuzu işgal etmeye başladılar.
Bu antlaşmanın diğer bir maddesi gereğince, ordularımız dağıtılacaktı. O zamanlar Mustafa Kemal, Yıldırım Orduları Grup Komutanı idi. Mustafa Kemal, antlaşmanın koşullarına uyularak, kayıtsız şartsız ordunun teslimini kabul etmedi. Bu olay, hem Türk ulusunun bağımsızlığının, hem de egemenliğinin yok edilmesiydi. Buna rağmen, padişah, Yıldırım Orduları Grubu’nun görevine son verdi.

Mustafa Kemal, geleceği gören bir komutandı. İleride düşmana karşı bir savaşa hazırlıklı bulunmak amacıyla, Yıldırım Ordularına ait silâh ve cephaneyi teslim etmedi. Bu silâh ve cephaneler, ileride Antep, Maraş ve Urfa illerinin savunulmasında kullanıldı. Mustafa Kemal, 13 Kasım 1918’de gizlice İstanbul’a geldi. Aynı gün düşman devletlerine ait gemiler İstanbul’a geldi. İstanbul işgal edildi. İngilizler, Fransızlar, İtalyanlar, Yunanlar ve Ermeniler yurdumuzu işgal ederek girdikleri yerleri yakıp yıkıyorlardı.
Bu durum karşısında çaresiz kalan padişah, bu olaylara seyirci kalıyordu.

Mustafa Kemal, Anadolu’ya geçip, düşmana karşı mücadeleyi oradan başlatmak istiyordu. Bu fikrini o zaman Kurmay Albay olan İsmet İnönü'ye  açtı. Albay İsmet İnönü, Mustafa Kemal’in fikrini benimsedi. Ona yardımcı olacağına dair söz verdi.
Anadolu’daki işgaller, halkın da sabrını taşırmıştı. Bu nedenle vatanseverler Kuvay-ı Miliye (Milli Kuvvetler) birlikleri kurmaya başladılar. Mustafa Kemal bu olup bitenlerden haberdardı. Amacı Türk ulusunun gücünü harekete geçirip, yeni bir Türk devleti kurmaktı.
O günlerde Samsun, Rus istilâsına uğrayan Türk topraklarından göç eden çok sayıda insanın geldiği ve barınma sıkıntısı çektiği bir yer olması yanında, Pontusçu faaliyetlerin yoğun olduğu bir yerdi. Pontusçular halka zulmediyor, evleri yakıyor ve korunmasız Türkleri öldürüyorlardı. İngilizler bu duruma sessiz kaldığı gibi Türklerin asayişi bozduğu yalanı ile 21 Nisan 1919’da Osmanlı Hükümeti’ne bir nota vererek Orta Karadeniz de Türklerin hıristiyanları katlettiklerini bildirdiler. Bununla da yetinmeyip, bunun önüne geçilmediği takdirde bölgenin işgal edileceği tehdidinde bulunmaktan geri kalmadılar. İngilizlerin asıl amacı, pontusçuları kışkırtarak asayişin bozulmasını sağlamak ve bu durumu bahane ederek bölgeyi işgal etmekti.
Bu nedenle İngilizler, padişahtan Samsun ve çevresindeki kargaşayı durdurmasını istediler. Bu istekleri kabul edilmez ise, Samsun’u da işgal edeceklerini padişaha bildirdiler. Osmanlı Hükümeti bu durum karşısında hemen bölgeye yetkili birini göndermek için kolları sıvadı. Mustafa Kemal Paşa üzerinde mutabakat sağlandı. Çünkü Mustafa Kemal Paşa, ikinci meşrutiyetin çalkantılı döneminde siyasete bulaşmamış, girdiği bütün savaşlarda zafer kazanmış başarılı bir kumandandı.
Görevi 9. Ordu Müfettişliği idi. O zaten Anadolu’ya geçmek için böyle bir fırsat arıyordu.
Mustafa Kemal bu görev için 16 Mayıs 1919’da İstanbul’dan Samsun’a doğru Bandırma Vapuru ile hareket etti. Atatürk, 19 Mayıs 1919 pazartesi günü Samsun’a geldi. Hiç vakit kaybetmeden, vatanın kurtarılması için çalışmalara başladı. O, Samsun’a gelmekle Kurtuluş Savaşı’nı başlatmıştı.

 Amacı; tam bağımsız yeni bir Türk Devleti kurmaktı. Bu amaca ulaşmak için halkımızın inanılmaz özverisi ve desteği ile 3 yıl süren çetin çalışmalar yapıldı. 30 Ağustos 1922 de kazanılan zaferle düşmanlar yurdumuzdan çıkarıldı. 29 Ekim 1923’te de cumhuriyet ilân edildi.



19 Mayıs 1919’un Anlam ve Önemi


19 Mayıs 1919, kurtuluş savaşımızın başlangıç tarihidir. Atatürk’ün ve Türk ulusunun yeniden doğduğu gündür. Atatürk bu günü Türk gençliğine “Gençlik ve Spor Bayramı” olarak armağan etti. Bu bayram daha sonra her 19 Mayıslarda “Atatürk’ü Anma ve Gençlik ve Spor Bayramı” olarak kutlanmaya başladı.


Kaynak: Belirli Günler ve Haftalar, Enver Önder, Fazıl Çakıroğlu, Ali Gümüşay, Erdal Cengizoğlu, Evrensel İletişim Yayınları, sayfa 202.


Ey büyük Ata'm, Türk gençliği olarak hürriyetin, bağımsızlığın, egemenliğin, cumhuriyetin ve İnkılâplarının yılmaz bekçileriyiz. 
   Her zaman, her yerde, her durumda, Atatürk ilkelerinden ayrılmayacağımıza, çağdaş uygarlığa geçmek için; bütün zorlukları yeneceğimize namus ve şeref sözü verir, kendimizi Büyük Türk Milletine adarız.
Türk Gençliği 
T.C. MİLLİ EĞİTİM BAKANLIĞI
 Eğitim Teknolojileri Genel Müdürlüğü 
Tüm hakları saklıdır.

Bu yazı aşağıda bulunan sitelerden derlenmiştir.



11 Mayıs 2013 Cumartesi

Bir Anne Tüm Dünyayı Değiştirebilir



İlk çağlardan bu yana İştar, Kybele, Rhea ve daha birçok yerel ve dönemsel isimlerle, kadının doğurganlık niteliği, doğanın uyandığı bahar mevsimiyle özdeşleştirilmiş ve her bahar yapılan kutlamalarla gelenekselleşerek binlerce yıl sürmüştür.


Philedelphia'da yaşayan Ana Jarvis adındaki genç kızın, annesinin ölüm tarihi olan mayıs ayının ikinci pazarını "Anneler Günü" olarak kutlanması için 1907'de başlattığı kampanya, bu günün annelere adanmasını sağlamıştır.
Jarvis'in gösterdiği gayret 1911 yılında semeresini vermiş ve her yıl Mayıs ayının ikinci Pazar gününün Amerika Birleşik Devletleri'nin tüm eyaletlerinde "Anneler Günü" olarak kutlanması hükümet kararıyla kesinleşmiştir.


Ülkemizde ise 1955 yılından beri mayıs ayının ikinci pazar gününde anneler günü kutlanmaktadır. Türkiye' de ilk Anneler Günü 9 Mayıs 1955'te kutlanmıştır. Bu yıl anneler günü 12 Mayıs 2013' te kutlanacak.


Türkiye, Danimarka, Finlandiya, İtalya, Avustralya ve Belçika'da da aynı tarih kabul edilmesine rağmen İngiltere'de ve diğer birçok ülkede Anneler Günü ulusça belirlenen değişik tarihlerde kutlanmaktadır.



Böylece Mezopotamya ve Anadolu uygarlıklarının binlerce yıl önce başlattığı gelenek; 20. yüzyılın başından itibaren tüm dünya da kabul görmüştür.



"Dünyada her güzel şey kadının (ananın) eseridir." (K.Atatürk)






resim :
aydesing facebook sayfasından alınmıştır

yazı içeriği:
http://www.trt.net.tr/internetteki diğer sitelerden alınmıştır.








1 Mayıs 2013 Çarşamba

önce anne : 1 Mayıs İşçi ve Emekçiler Bayramı Anlam ve Önemi

önce anne : 1 Mayıs İşçi ve Emekçiler Bayramı Anlam ve Önemi: 1 Mayıs İşçi ve Emekçiler Bayramı, işçi ve emekçiler tarafından dünya çapında kutlanan, birlik, dayanışma ve haksızlıklarla müc...

1 Mayıs İşçi ve Emekçiler Bayramı Anlam ve Önemi




1 Mayıs İşçi ve Emekçiler Bayramı, işçi ve emekçiler tarafından dünya çapında kutlanan, birlik, dayanışma ve haksızlıklarla mücadele günü. 1 Mayıs dünya üzerindeki pek çok ülkede, resmî tatil olarak kabul edilmektedir. Türkiye'de ilk kez 1923'te resmî olarak kutlanmıştır. 2008 Nisan'ında, "Emek ve Dayanışma Günü" olarak kutlanması kabul edilmiştir. 22 Nisan 2009 tarihinde TBMM'de kabul edilen yasa ile 1 Mayıs resmi tatil ilan edilmiştir.

İlk kez 1856'da Avustralya'nın Melbourne kentinde taş ve inşaat işçileri, günde sekiz saatlik iş günü için Melbourne Üniversitesi'nden Parlamento Evi'ne kadar bir yürüyüş düzenlediler.

1 Mayıs 1886'da Amerika İşçi Sendikaları Konfederasyonu önderliğinde işçiler günde 12 saat, haftada 6 gün olan çalışma takvimine karşı, günlük 8 saatlik çalışma talebiyle iş bıraktılar. Chicago(Şikago)'da yapılan gösterilere yarım milyon işçi katıldı. Luizvil'de (Kentaki) 6 binden fazla siyah ve beyaz işçi, birlikte yürüdü. O dönemde Luizvil'deki parklar, siyahlara kapalıydı. İşçiler, sokaklarda yürüdükten sonra hep birlikte Ulusal Park'a girdi. Her eyalet ve kentte, siyah ve beyaz işçilerin birlikte yaptığı gösteriler, gazeteler tarafından, 'Böylece önyargı duvarı yıkılmış oldu' şeklinde yorumlanmıştı.

Bu gösteriler 1 Mayıs'ı izleyen günlerde tüm harareti ile devam etti ve 4 Mayıs'ta kanlı Haymarket Olayı'na yol açtı.

Uygulanan yasal baskılarla bu gösterinin tekrarlanması engellendi. 14 Temmuz-21 Temmuz 1889'da toplanan İkinci Enternasyonal'de Fransız bir işçi temsilcisinin önerisiyle 1 Mayıs gününün tüm dünyada "Birlik, mücadele ve dayanışma günü " olarak kutlanmasına karar verildi. Böylece ikinci gösteri 1890 yılında yapılabildi.

Zamanla 8 saatlik işgünü birçok ülkede resmen kabul edildi. 1 Mayıs böylece işçilerin birlik ve dayanışmasını yansıtan bir bayram niteliğini kazandı.

Türkiye'de 1 Mayıs'ın tarihçesi:

Osmanlı Devleti döneminde işçi örgütlenmesinin en gelişmiş olduğu yer Selanik'ti ve 1911 yılında burada tütün, liman ve pamuk işçileri, 1 Mayıs gösterisi düzenleyerek bu günü kutladılar.
   
1912 yılında İstanbul`da ilk defa 1 Mayıs kutlaması gerçekleşti.
   
1923 yılında 1 Mayıs günü yasal olarak "İşçi Bayramı" ilan edildi.
   
1924`te hükümet kitlesel 1 Mayıs kutlamalarını yasakladı.
   
1925`te çıkan Takrir-i Sükun Yasası, İşçi bayramını kutlamayı yasakladı ve uzun yıllar bu yasak geçerliliğini korudu.
   
1935 yılında 1 Mayıs`a "Bahar ve Çiçek Bayramı" adı verildi ve ücretsiz tatil günü ilan edildi.
Türkiye Cumhuriyeti döneminde işçi hareketleri yüzyılın ikinci yarısından itibaren ivme kazandı.
1976 yılında uzun yıllar sonra ilk defa geniş katılımlı 1 Mayıs kutlaması Taksim`de Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu`nun organizasyonu altında gerçekleşti.

1977 yılında İstanbul Taksim Meydanı'nda yaklaşık 500 bin kişiyle en geniş katılımlı 1 Mayıs toplantısı düzenlendi. Ancak, göstericilerin üzerine ateş açıldı ve göstericilerden 34'ü, yaralanarak ve üstlerine ateş açılması sonucu çıkan izdihamda ezilerek öldü. 1977 yılının 1 Mayıs günü, tarihe Kanlı 1 Mayıs olarak geçti. Askeri darbe hazırlığı olarak yapıldığı MİT tarafından Başbakan Süleyman Demirel'e rapor edilince, Kara Kuvvetleri Komutanı Namık Kemal Ersun derhal re'sen emekliye sevkedildi.
   
1978'de yüzbinlerce kişi tarafından Taksim Meydanı'nda kutlandı.
1979`da Sıkıyönetim Komutanlığı İstanbul`da miting yapılmasına izin vermedi, sokağa çıkma yasağı ilan etti. Buna rağmen İstanbul sokaklarında yüzbinlere ulaşan rakamlarla korsan 1 Mayıs kutlandı.
1981`de Milli Güvenlik Konseyi 1 Mayıs`ı resmi tatil günü olmaktan çıkardı.
1989`da trafik polisinin açtığı ateş sonucu işçi Mehmet Akif Dalcı yaşamını yitirdi.
   
1996`da Taksim Meydanı'nın yasaklı olduğu gerekçesiyle Kadıköy`de düzenlenen 1 Mayıs kutlamalarına yaklaşık 150 bin kişi katıldı. Eylemin ilk dakikalarında polisin silahsız göstericilere açtığı ateş sonucu 3 kişi hayatını kaybedince, Kadıköy`de büyük bir kitlesel isyan gerçekleşti. Bu olaydan sonra Kadıköy 2005 yılına kadar 1 Mayıs kutlamalarına yasaklı kaldı.
   
2006 yılında en geniş katılımın yaşandığı ilçe Kadıköy oldu. Çeşitli sendikalar ve gruplar saat 12:00 sularında Rıhtım Caddesi`ne yürüdü. Düzenlenen miting sonrası saat 16:00 sularında gruplar tamamen dağıldı.
   
2007 yılında 1 Mayıs'ı tekrar Taksim'de kutlayarak aynı zamanda 1977'de olan olayları anmak isteyen grupları polis silah, biber gazı, gaz bombası kullanarak durdurmaya çalıştı. 100'den fazla kişi yaralandı.Valiliğe göre 580, diğer kaynaklara göre 700'e yakın gözaltı gerçekleşti. Bir vatandaş hayatını kaybetti.
   
2008 Nisan'ında, 1 Mayıs'ın "Emek ve Dayanışma Günü" olarak kutlanması kabul edildi.
2008 yılında sendikaların hükümetle 1 Mayıs'ı Taksim'de kutlama konusunda uzlaşamaması sonucunda sendikalar, Taksim'e yürüme kararı aldı ve bazı sol görüşlü partiler de bu yürüyüşe katılacaklarını açıkladı. Bunun üzerine, güvenlik güçleri bir gün öncesinden hazırlıklara başladı ve sabah 06:30'dan itibaren Şişli'de, Osmanbey'de, Pangaltı'da, Nişantaşı'nda, Okmeydanı'nda, Dolapdere'de ve Kurtuluş'ta olaylar çıktı. Polisin, DİSK, Makina Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi, ÖDP ve Halkın Kurtuluş Partisi binasında yönelik tutumu ve bir hastanenin acil servisi girişinde gaz bombası atarak birçok kişinin yaralanmasına neden olması çok tartışıldı.[2] Polis; bu olaylar sırasında biber gazı, gaz bombası, tazyikli ve boyalı su kullandı. DİSK binası önündeki olaylarda CHP milletvekili Mehmet Ali Özpolat, sıkılan biber gazı nedeniyle kalp spazmı geçirdi. Okmeydanı'nda Burhan Gül isimli 19 yaşında bir genç, başından plastik mermiyle vurularak yaralandı. Ayrıca Ankara'da Sıhhiye Meydanı'nda yapılan kutlamalarda da olaylar çıktı ve polis, göstericilere gaz bombalarıyla müdahale etti. Ankara'da Sakarya Meydanı'nada yapılan kutlama olaysız sona erdi.
   
2009 Nisan'ında Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne verilen önergeden sonra 1981'den sonra tekrar resmi bayram olarak kabul edildi.
2009 Nisan Taksim'e çıkılmasına izin verilmedi.
2010 1 Mayıs 140 bin kişinin katılımıyla Taksim'de kutlandı. (Resmi rakamlara göre).
2011 1 Mayıs Taksim meydanında kutlandı.
2012 1 Mayıs Taksim meydanında kutlandı.
2013 1 Mayıs Taksim meydanında kutlama izni verilmedi.

Bu yazı alıntıdır.


29 Nisan 2013 Pazartesi

önce anne : 29 Nisan "Dünya Dans Günü"! Haydi Dansa!

önce anne : 29 Nisan "Dünya Dans Günü"! Haydi Dansa!: “Dansa Dair” Dünya, 31 yıldır Dünya Dans Günü’nü kutluyor. UNESCO’ya bağlı  Uluslararası Tiyatro Enstitüsü 27 Mart’ı Tiy...

29 Nisan "Dünya Dans Günü"! Haydi Dansa!





“Dansa Dair”

Dünya, 31 yıldır Dünya Dans Günü’nü kutluyor. UNESCO’ya bağlı  Uluslararası Tiyatro Enstitüsü 27 Mart’ı Tiyatro Günü, 29 Nisan’ı da 18.yüzyılda yaşamış ünlü koreograf dansçı, yazar ve dans reformcusu Fransız Jean-Georges Noverre'nin (1727-1810) doğum günü olması nedeniyle Dünya Dans Günü olarak kabul etmiş.

İlk kez 1982 yılında kutlanmaya başlayan “Dünya Dans Günü” insanlığı dansın ortak dili ile barış ve dostluk içinde birleştirmek amacıyla yola çıkmıştır. 1995’ten bu yana her yıl, tüm sınırları, din, dil, ırk farklılıklarını ortadan kaldıran "dans"ın "birleştirici" özelliğini vurgulamak amacıyla, dans dünyasının iyi tanınan isimlerinden alınan “Dünya Dans Günü Mesajı”, UNESCO uluslararası Tiyatro Enstitüsü’nün Dans Komitesi (ITI), UNESCO Uluslararası Dans Konseyi (IDC) ve Dünya Dans Birliği (The World Dance Alliance, IDA) tarafından birlikte sirküle ediliyor.

Noverra’in biz Türkler için ayrı bir önemi var; değerli sanatçının iki balesi, Türkler üzerinedir. Bunlardan biri “Beş Sultan Hanım”, diğeri ise baş kişisi Kanuni Sultan Süleyman olan “Kıskançlıklar ya da Saray Şenlikleri”dir.


İnsan var olduğundan beri dans, sözsüz bir iletişim aracı olmuştur.

Dans, herkesin anladığı bir dildir, evrenseldir.
Dansın özü, başlangıcı nefestir. Bizi bu dünyaya bağlayan ilk çığlık, bedenimizin bildiği devinimlerle hayata tutunur. Doğduğumuz andan itibaren vücudumuzun bir ritmi vardır. Bu ritim kişiye özgüdür. Nefes alırken, emeklerken, otururken, yürürken, koşarken, okurken, konuşurken, sevişirken ve dans ederken…

İlkel toplumlardan günümüze insanlar birbirleriyle iletişim kurmanın yolunu müzik ve dansı beraber yorumlayarak sağladı. Bu yorumlardan birçok dans çeşidi ortaya çıktı.
Zaman içinde belli danslar, kendilerinden önceki dans türlerinden etkilenerek geliştiler. Her bir dansın, kendini ifade etme tarzı birbirinden farklıydı. Bu ifade tarzları dünyayı etkisi altına alan özgün akımları ortaya çıkardı. 

1930’larda sesli filmlere geçilmesiyle birlikte, müziğin de işin içine girmesiyle danslı sahneler ayrı bir önem kazandı.Greta Garbo’ nun “Mata Hari” deki dansı(1931),George Raft’ın  “Bolero”(1934) ve “Rumba”(1935) filmlerinde Carole Lombard ile kıvrak dansları.
Fred Astair ve partneri Genger Rogers’ın dansları (1933-39). Brigette Bardot’un “Benimle Dans Edermisin”(1934), Rita Hayworth’ın “Gilda”(1946) filmindeki performansları unutulmazlar arasında yer aldı.
En güzel müzikal filmler; “Batı Yakasının Hikayesi”(1961), Tatlı Charity(1969), Hello Dolly(1969), Kabaret(1972), All That Jazz (1979) ve John Travolta’nın (1980) gençlik müzikalleri hiç unutulmadı.

Dans akımları:
1930’lar Çarliston
1940’lar Tango, Vals, Foksrot, Latin(Rumba-Samba), Swing, Bugi bugi
1950’ler Rock’n Roll, Mambo, Cha cha cha (ça ça ça)
1960’lar Merengue, Bachata, Paçenga, La Bamba, Twist
1970’ler Disko, Street dans
1980’ler Break Dans, Salsa
1990’lar Lambada, Macerena, Rap ve Asit House
2013’lere gelindiğinde ise Gangnam Style olarak günümüze kadar zenginleşerek geldi.


Gelişen teknoloji ile birlikte, evrensel olan dans, dans ile ilgilenen herkesin evine girdi. Günümüzde halk oyunlarından Salsa’ya, Tango’dan Bacataya, Break Dans’tan Street Dansa, Mazurka’ dan Latin danslarına, Disko Dans’dan Gangnam Style’ye... 


“Dans medeni bir ihtiyaçtır”diyor Atatürk.

Müziğini seç dansetmeye başla!














Derlemeyi hazırlarken faydalandığım kaynaklar:






dünya dans bildirileri


Bugün dans etmeye gidemezseniz, buyrun youtube


Fred Astair ve partneri Genger Rogers’ ın dansları

Greta Garbo’ nun “Mata Hari” (1931)  
  
George Raft,“Rumba”(1935) ve “Bolero”(1934) filmlerinde Carole Lombard ile :

Brigette Bardot’un “Benimle Dans Edermisin”(1934) 

Rita Hayworth, “Gilda”(1946)
  
John Travolta “Grease”(1978)